İnsanlık tarihi, Türk tarihi, din ve felsefe alanlarına köklerimize dalarak ışık tutan ve Türk kültür hayatındaki önemli boşlukları araştırarak bilgi ile dolduran; Nepal, Hindistan, İran ve Turan’ın Derinlerinde eserlerinde imzası olan Türkolog Yazar Muharrem Yellice.
2023’ü uğurladığımız şu günlerde yeni bir yılın telaşı ve heyecanı da varken, yılbaşı kutlamalarının aslında bir Türk geleneği olduğunu vurguladınız ve yer yerinden oynamış gibi tepkiler de aldık.
-Konumuz yılbaşı fakat önce sizi tanımak istiyoruz. Türk tarihine merakınız nasıl başladı?
Muharrem Yellice: “Okuma merâkım, edebiyat, dil ve tarih zevkimi geliştirdi.
-Peki okuma merakım nasıl oluştu?
1955 te on yaşında idim. Babam okumayı askerde öğrenmiş, okumayı öğrendiği kitaplardan beni de öğretmeyi amaçlamış! Köyümde yol, okul cami elektrik filan yok. Aydınlanma ve ısınma odun ile yapılıyor. Köye ortaokul mezunu bir öğretmen atamışlar. Köylüler bir ahırı sınıf yapıp, öğretmene teslim ettiler. Köyümün en saygın yaşlıları bu öğretmen çocuğa saygı duyup “hocam” diyorlardı. Benim beynimde bir şimşek çaktı.” Ben öğretmen olacağım! “ Fakat öğretmen iki ay sonra gitti. O yıl okula gidemedim. 1956 yılında komşu köy Kuzca köyünde okula başladım.25km.lik bir uzaklıkta idi. O köyde dayımlarda kaldım. Böylece mesafe 8 km.ye düştü.
Çarıklarım, yün çoraplarım, yeni terleyen bıyıklarımla ve bal mumumdan mumlayanmış kara çantam ve kara önlüğümle ilk okula başladım. Beş sınıfın bir derslikte toplandığı tek öğretmenli bir okuldu. Dördüncü sınıfa geçtiğimde Tabiat Bilgisi dersi adı altında okutulan Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 4 ve 5.sınıflar için hazırlatılan Yıl kitabı adı altında bir kitap vardı. Türk çocuklarına tarih şuuru veren çok güzel metinler vardı. Mesela Hasan Ali Yücel’in yazdığı;
‘Eskiyi unut, Yeni yolu tut, Türklüğe umut sen ol çocuğum.
Bizi kurtaran öndere inan, her işte üstün sen ol çocuğum.
Çalışıp öğren, her şeyi bilen, yurduna güven sen ol çocuğum.’
Bu satırlar o günden beynime kazındı. O çocuk ben olmalıydım. İlk tarih merakım böyle başladı.
Ayrıca o yıl kitabında, bir Saka kavmi olan Hitit’lerin Hattuşaş’taki yaşayış biçimleri, inançları, bağ bozumu şenlikleri, keza Frigler’in yaşayış biçimleri destansı bir şekilde serbest okuma parçası olarak bu kitapta yer alıyordu.
Son Endülüs hükümdarı Abdullah, ailesi ve yakınları ile şehri terk ederken geriye dönüp son kez Gırnata’daki El Hamra sarayına ağlayarak bakar. Anası ; “vatanını korumayan zamanını zevk-ü sefada geçiren bir sultana şimdi kadınlar gibi ağlamak yakışır “ der. Bu ifâdeler yine o ilk okul kitabından hâlâ beynimde çakılı ifâdelerdir.
Atatürk dememiş mi? “ Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
Zannederim bilincimdeki ilk tarih kıvılcımı böyle başladı. Bu şimşeğe benzeyen kıvılcım, bende okuma merakı uyandırdı. Köyümde muhtar bile okur yazar değildi. Cuma günleri Pazar kurulur bakkallar gazete kağıdına sararak lokum filan satarlardı. Yerlere atılan gazete kağıtlarını toplar iğne ile kağıtları birbirine tutturup onları okur ve ezberlerdim.
1959 yılında köyümden Hurma köyüne pamuk ve fıstık toplamak için amele toplandı. Bende amalelere dahil oldum. Kazandığım paralarla Antalya’dan, Karacaoğlan, Aşık Kerem, Kerem ile Aslı, Aşık Ömer, Ferhat ile şirin, Aşık Muhbiri, Şahmeran, Hz. Ali Cenkleri, Mızraklı ilmihal, Amentü Şerhi vs. kitaplar aldım. Okuduğum bu kitaplar okuma heyecanımı artırdı. Girdiğim altı yıllık yatılı Aksu öğretmen okulu sınavlarını yazılı ve sözlü olarak kazanıp okullu oldum. Hedef ilk okul öğretmeni olmaktı. Öğretmen okulunda beşinci sınıfa yani lise 2.sınıfa geldiğim zaman Öğretmenler kurulu lise öğretmeni yetiştiren, İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen okulu hazırlık sınıfına beni seçti. Orada liseyi bitirdikten sonra, okul yönetimi Türkoloji okumam için İstanbul üniversitesi Türkoloji bölümüne kaydımı yaptırdı. Çapa Yüksek Öğretmen okulu yatılı bir okuldu. Dört yıllık pedagojik formasyon diplomasını da, Çapada gece derslerine devam ederek aldım.
Görüldüğü gibi kültürel varlığımda devletimizin emeği çok ve devletimize borcumuz ödenemez.
Türkoloji okurken İstanbul Üniversitesi Umumi Türk Tarihi kürsüsünden bir yıllık tarih eğitimi aldım.
Bu hikâye uzun, ikinci soruya geçelim (!)”
-Türkoloji okuyan ya da Türk edebiyatına, Türk diline, Türk tarihine merakı olup okumak isteyen geleceğin Türkologlarına bir öneriniz var mı?
Muharrem Yellice: “Türkoloji derin uçsuz bucaksız bir konu. İlk Türk’ün kullandığı Türkçe kelime ile başlayıp bu günlere uzanan bir serüven. Her topluluk bulunduğu coğrafî mekâna göre tarihin bilinmeyen zamanlarında aynı bir cisme değişik adlar vermişler. Türkler bildiğimiz sert cisme, taş. Araplar , hacer, Farslar, senk , başka toplumlar başka bir şey demişler böylece her milletin kendine has bir dili olmuş. Aynı dli konuşan aynı kültürü benimseyen insan topluluğuna da millet denmiş. İlk Türk’ün kullandığı kelime güneş olsa gerek. Saka Türklerinden itibaren Güneş kültünün Türklerde önemli bir yeri var. Gen araştırmacısı Prof. Dr. Spencer Welles , Türkistan’dan aldığı bir gen örneği ile iki bin nesil önceki gene ulaştı. Gördü ki, Kızıl Derililerin, Hintlilerin ve Avrupalıların ataları bu gen! Bu gende bir Kazak Türkünde rastlandı adı Naziof. Önemli dil tarihçileri dilin kaynağının Asya olduğunu söylüyorlar.
Dil Tarihçisi Steven Roger Fischer şöyle diyor.
“Asya dünyanın en karmaşık dil manzaralarından birini temsil etmektedir. Erken bir Homo türü Asya’ da iki milyon yıl öncesi gibi eski bir tarihten itibaren evrim geçirmiş, daha sonra bu türün yerini önce Homo Erectus, ardında da Homo sapians almıştır. Belli başlı dillerin kaynağı Asya’dır. Bu dil ailesi buzul çağının dilidir. Bu diller 60.000 yıl öncesi Bering Boğazını geçerek Amerika kıtasının dilleri haline geldiler.”
1Paleo Asyatik bir dil olan Türkçemiz bütün dillerin anasıdır. Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi boşuna değildir.
Türkoloji’de okuyan ve bu dal ile ilgilenlere tavsiyem şu olabilir. Bir defa Türkçeyi seveceksiniz. Sevmek için bilmek lâzım. Türk edebiyatının temel eserlerini mutlaka okuyacaksınız. Osmanlıcayı çok iyi bilmek kaydı ile Uygurca ve Göktürkçe metinleri okuyup analiz edebilecek kadar bu alfabeleri bilmek gerek. O’da yetmez bir edebî metnin hangi tarihte geçtiğini ve zamanın tarihsel özelliklerini bilerek metne ve metni yazan şahsiyeti ve onun fikirlerini analiz edebilecek devri analiz ederek, şahsiyeti ve metni anlayabilecek , Tarih, Sosyoloji Antropoloji, Arkeoloji bilgilerine sahip olması lâzım. Buda yetmiyor, metindeki şahsiyetlerin dünyasını anlamak için felsefe ve psikoloji de bilmek gerekiyor. Dedik ya; Türkoloji, beş on senede insan beyninde oluşabilecek bir birikim değil. Ömrü adamak lâzım.”
-Türk dili demişken kitaplarınızda bir şey dikkatimi çekti Türkçe karşılığı olan ( Treking gibi) yabancı sözcükleri de yazmışsınız. Herkes tarafından anlaşılan yabancı sözlerin dilimize karışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dilimize zenginlik mi katıyoruz, yoksa zarar mı veriyoruz?
Muharrem Yellice: “Türkçeye duyarlı bir yazar olarak Nepal kitabımda geçen Treking kelimesi dikkatinizi çekmiş. O metin Nepal Hava Yollarının Nepal’i tanıtma yazısından alındığı için metne sadık kaldım. Dil bir anlaşma ve iletişim aracı. Dil yaşayan canlı bir varlık olduğundan dış müdahaleleri kabul etmez, kendi seyri içinde gelişerek olgunlaşır. Herkes tarafından anlaşılan kelimelerin ırkına soyuna bakmak, dili zorlamak doğru değil. Dil canlı bir varlık olduğundan, dili meydana getiren kelimeler zamanla ölür, kendi öz varlığından veya temas kurduğu kültürlerden kelime alabilir, bunda bir sakınca yok. Mesela, arkaik Türkçede kullanılan baskınç, kelimesi ölmüş yerine komşudan mer-dü-ben kelimesini merdiven olarak değiştirip almışız.
Hoşsu manasına gelen hoş-ab’ı hoşaf olarak Türkçeleştirmişiz. Sayru kelimesini, hasta olarak benimsemişiz. Türkçe aşkımızdan bu eski kelimeleri tekrar canlandırmaya kalkarsak dil hortlaklar festivaline döner. İhtiyaç halinde yeni kelimeleri halk yapar. Halk, gece yapıverdiği eve gecekondu demiş. Minibüs ithal edildiği zaman aynı adla piyasaya sürüldü, ruhsatlarda hâlâ minibüs yazar. Halk bu kelimeyi beğenmedi, ne dedi? ‘dol-muş.’
Ziya Gökalp’e göre; Türk halkının kullandığı ve anladığı dil Türkçedir. Şöyle demiş.
‘Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız
Türkçeleşmiş Türkçedir
Eski köke tapmayız.’
-Antalya Demre’de yaşadığı düşünülen ve geçtiğimiz yıllarda Noel Baba Tatil Köyü projesi de hazırlanan Noel Baba olarak bilinen, mitolojik baba kim?
Muharrem Yellice: “ Antalya’da yaşayan Noel baba ile mitolojik Noel babanın alâkası yoktur. Bu kişi 4.yüzyılda yaşamış Hristiyanlığı, pagan inançlara karşı yer altı dünyasında yaymaya çalışan, Hristiyanlarca aziz kabul edilen, Roma idarecileri tarafından hapse atılan, Hristiyanlığı kabul eden, Roma imparatoru Konstantin tarafından serbest bırakılan bir dam. Bu adam gerçek bir varlık. Yani Demreli Noel mitoloji değil.
Demre’deki mezarından kemiklerinin bir kısmı kutsal diye 1087 tarihinde İtalyan korsanlar tarafından İtalya’daki Bari şehrine götürüldü, kalan kemikleri Antalya müzesinde sergilenmektedir.
Noel Baba olarak bilinen mitolojik kahraman Kuzey Sibirya ülkelerinden, İskandinavya’ya intikal ederek, Saka Türklerinin efsanelerine benzeyen Odin efsanesi ile bütünleşerek, kuzey Avrupa’da yayıldı. Bu kültürün bir koluda , Türkistan ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelen Mira kültürünün Adıyaman, Nemrut Dağı ve Mardin’de Kapadokya, Trabzon’da kutsal mekanlar oluşturmasından sonra, Konstantin tarafından benimsenerek bu kültür Hristiyanlaştırıldı.
Boğayı kutsayan bu kültürde her 25 aralıkta Boğa festivalleri yapılırdı. Boğa Tanrı güneşle ilişkilendirilirdi. Tapınak yerleri mağaralardı. Zerdüşt dinin baskısı altında yaşadılar. Hristiyanlığın ilk üçüyüz yılıda yer altı ve mağaralarda geçmiştir. Kapadokya’daki yer altı şehirleri ve Niğde’de Ihlara vadisinde ki kiliseler hep yer altı mekânlarıdır.
25 aralıkta kutlanan mitras festivalleri Hristiyanlığı kabul eden Konstantin tarafından ms.354 yılında İsa’nın beden olarak dünyaya gelişi olarak kutlandı. Yani Noel özünde Hristiyanlıkla ilgisi olmayan bir ritüeldir.”
-“Kültürümüzde ağaç süsleme de vardır.” Dediniz. “Akçam Ağacı” olarak belirttiğiniz ağaçla ilgili de bilgi verir misiniz?
-Yel Ana, Ayaz Ata ve Nardoğan bayramları hakkında bizi aydınlatır mısınız?
Muharrem Yellice: “ Ağacın kutsallığı fikri bir çok kültürde var. Bizim mitolojilerimizde daha yaygındır. Oğuz Kağan ulu bir ağaç kovuğunda bulduğu gülünce, yerin güldüğü, ağlayınca, göğün ağladığı, mavi gözlü bir kızla evlenmiştir. Uygur destanlarında, Tanrı dokuz dallı bir ağaç yaratmış, her dalının dibinden bir çocuk dünyaya gelmiştir. Çuvaşistanda gördüm kutsal bellenen bir tepede ormanlık alan var, tüm ağaçlara çaput bağlamışlar. İnandıkları güce dua etmek isteyen Çuvaşlar buraya gelip adak adayıp, kan akıtıp, dilek dileyip ağaçlara çaput bağlıyorlar. Bu kutsal ormanda hiç ses çıkarmıyorlar konuşmuyorlar. Bu kutsal tepeye Çuvaşların tepkisine rağmen Ruslar Sanatoryum yapmış. Çuvaşlar bu kutsal tepeden aldıkları cam dallarının yapraklarını evlerinde banyodan sonra üzerine sürerek kutsanırmışlar. Tataristan Tarım bakanlığının önünde devasa yapay ışıklandırılmış hayat ağacı var. Türk kültür hayatında ulu ağaçlar, hayatın ve sonsuzluğun timsalidir. Hâlâ köylerimizde, kutsanan ulu ağaçlar vardır. Bu ulu ve kutsal ağaçlar coğrafyalara göre değişebilir. Kayın, Akçam, Meşe, ardıç, Çınar ağacı vs. Eski Türk inancında kutsanan bu ağaçlar göğün direğidir, göğün kapısı olan Demir Kazık Yıldızını geçerek Tanrı Bayülgen’e gölge olurlar.”
-Nepal ve Hindistan eserlerine imza atmış bir Türkolog olarak Nirvana’yı nasıl tanımlarsınız?
Muharrem Yellice: “ Nirvana uzun konu, kısaca Ruhun ışık olan Tanrının varlığında ışık olması yani kişinin ruhunun Tanrı olması. Kişinin Tanrılaşması.”
-Atatürk’ün tarihçilere, “ Saka Türkleri ve Alp Er Tunga’ya çalışınız.” Demesinin sebebi sizce nedir?
Muharrem Yellice:”Sakalar tarihte, atı evcilleştiren, atı emrine alan, ilk oku yapan, tekerliği bulan, ütüyü bulan, pantolonu bulan, madeni eriten bir millet. Eğer bu millet Türk’se dünyaya medeniyeti yayan Türklerdir tezini ispatlamak için Atatürk tarihçilere ‘Sakaları araştırın’ diyor. Saka adını Ankara’nın semtlerine veriyor önemli paşalara Saka soyadını veriyor. Sakaların Türklüğünün bilimsel izâhı öne sürdüğü Güneş Dil Teorisinin temel belgesi olacaktı. Zamanında yapılamadı o iş bizlere düştü.”
-Kızıl Elma ülküsü nedir?
Muharrem Yellice: “ Ziya Gökalp Kızılelma ideali için;
‘Zemini mefkure, seması hayâl
Bir gün gerçek fakat şimdilik masal.’
Diyor.
O kağan oğullarına vasiyet ediyor ya, ne diyor?
‘Taka tenkiz, taka müren
Kün tuğ olgıl, kök kurıkan’
Yani oğullarına diyorki;
Daha ırmaklar daha denizler aşın,
Öyle bir ülke kurunki,
Çadırı Gök kubbe,
Bayrağıda güneş olsun.
Kızıl Elma bu ifadelerde var.. Bu algı romantik Türkçülüktür. Bu algının akıl ile izâhı yok. Bu romantik algı dünyaya hâkim olma mefkuresidir. Bu kötü mü ? Hayır. Mümkün mü? Hayır. Yahudilerin parlamento toplantı salonun arkasında yani meclis başkanının arkasında şöyle bir yazı var. “ Sen istersen o hayâl değildir.” Ne bu Siyonizm ideali. Dünyaya hâkim olma ideali. Dinlerinden kaynaklı bu ideal tarih boyunca onları zulümde yaşattı şimdi kendileri zulüm makinesi oldu!”
-Türkçülük ve Turancılık fikrinin merkezi nedir?
Muharrem Yellice: “Turancılığın yani Türkçülüğün üç merhalesi vardır.
1-Atatürk’ün, komutanlarının ve kahraman Mehmetçiğimizin kanları canları ile kurduğu Türkiye cumhuriyeti Devletini, ilimde teknikte, medeniyette, Türklük şuurunda en üst noktaya taşımak. Türklük bilincini yükseltmek. Türkiye’mizi Batı medeniyetinin en üst sınırını aşırmak.
2. Oğuz Dil Birliği içinde olduğumuz Azerbaycan’la kültürel ve ticari işbirliğini geliştirmek. Bu en iyi şekilde oluyor ve gelişecek. Türkiye’nin buralara kendi inanç sistemlerini taşıma gayreti olursa sıkıntı çıkar. Dil, kültür ticari birlik sağlanacak.
3-Diğer Türk Devletleriyle aynı bağları geliştirmek. Yani Formül belli. Dilde Birlik, Kültürde Birlik, Ticarette Birlik. Bu birlikler sağlanırken tek Bayrak algısı olmayacak. Bu Türk unsurlar bağlı bulundukları Devlete dirsek atmayacaklar, federasyon olarak bağlı bulundukları devletin yasalarına uyacaklar ayırım yapmayacaklar. Yaparlarsa orada Amerika vardır. Kan gövdeyi götürür.
Türkçülük Turancılık fikrinin temeli Atatürk ilkeleri ve Atatürk’ün lâik devlet anlayışı ve Türklüğe bakışıdır.”
-“Göbekli Tepe’de mağarayı ilk bulan arkeolog kril alfabesiyle Nazım Hikmet’in bir sözünü kitabeye işlemiş.” Yazmışsınız.
“ Sen Ölmeyeceksin
Ben ölmeyeceğim de
Nasıl çıkacak?
İnsanlık aydınlığa…” Nazım Hikmet’in Kerem şiirinde,
“ Ben yanmasan
Sen yanmasan
Biz yanmasak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” Kitabeye neden ‘Yanmasan’, ‘ölmesen’ diye yazılmış olabilir? Bu sözde nasıl bir mesaj verilmek istendiğini sizden öğrenmemiz mümkün mü?
Muharrem Yellice: “ Nazım Hikmet’in o şiiri, Başkurdistan’daki Şölenleş mağarasının girişinde mermere yazılı. Bu mağaranın içinden Ak hun nehri geçiyor. Yaz kış ısı ve buzul çağında ısı hep 17.derecede olduğundan 17 bin yıl önce Başkurt atalarımız o mağarada yaşamışlar.35 km derinliği var. Yaşam alanlarında kök boya ile insan ve hayvan çizimleri var. Mağaranın orta yerlerinde bir yazı tespit edildi. Bu yazı runik Türk yazısına benziyor. Kazım Mirşan okudu. Almanya’da karbon testine tabi tutturdu. Aş evi diye okudu.
Nazım Hikmet’in sözleri kril alfabesi ile yazılı idi. Tercüman böyle tercüme etti, bende olduğu gibi kayda geçtim. Belki rehber yanlış okudu. Amma anlam Yinede bozulmuyor.
Sibel Hanım;
Kitaplarımı okuyup, özümleyip , bana Türk kültürü ile sorular sorma merâkına ulaşan bir kültürel birikiminiz için teşekkür ederim.”
-Hindistan kitabınızda Semerkant’tan ayrılırken yazdığınız bir notunuza gözüm ilişiyor. “Turan ilinin nazlısı, Turan ilinin gözdesi, gönülleri açıp serinleten, gönülleri kaplayıp karartan, Ali Şiir Nevai’ye;
“Bahar boldu, gül meyli kalmadı gönlüm.”
Dedirtecek kadar, nazlı, gururlu, güzelleri bağrında barındıran; nazlı şehir Semerkant!”
Muharrem Bey; Sizin gibi Türk Kültürünün Derya denizi ile yolumun kesişmesinden ziyadesiyle mutluyum. Gönül coğrafyanızın zenginliğinde kaleme aldığınız kitaplarınız için ve bilginizi, zamanınızı değer verip bizimle paylaştığınız için şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum. Çok teşekkür ederim.
Röportaj Sibel Bingöl
YORUMLAR